Decameron

Çağatay Yegen
*Ondokuz Mayıs Üniversitesi – Tarih Bölümü

Kadınlara Adanan Kitap

Ortaçağ’da ikinci sınıf insan muamelesi gören kadınların sorunlarından birisi de can sıkıntısıydı. Eğer dini bir rol üstlenilmemişse, bir kadının toplumsal hayattaki rolü, iyi bir eş ya da ev hanımı olmaktan öteye gidemiyordu. Bu da kadınların evde çokça vakit geçirmelerini zorunlu kılıyordu.

Eğlence vasıtalarının ne kadar kısıtlı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bir yandan can sıkıntısı çeken kadınlar, bir yandan da kocalarının işten dönüşünü beklerken eş hasreti çekiyorlardı. Kocaları tüccar ya da asker olanlar içinse durum daha da vahimdi. Aylarca kocalarının yolunu gözlemek durumunda kalıyorlardı…

Boccaccio’nun deyişiyle, kadınlar: ‘’Zamanlarının büyük bir bölümünü, hiçbir şey yapmadan odalarının dört duvarı arasında oturarak geçirirler. İsteseler de istemeseler de, aynı saat içinde bir düşünceden bir düşünceye atlarlar; elbette tümü de iç açıcı olmaz bunların.’’ Boccaccio kitabını, kadınları işte bu ‘’iç açıcı olmayan’’ düşüncelerden uzaklaştırmak ve onlara oyalanacakları bir şey vermek amacıyla yazdığını belirtiyor. Sonra da tam bir Ortaçağ erkeği olarak ekliyor: ‘’Üstelik kadınlar direnme konusunda erkeklerden çok daha güçsüzdürler.’’

Kitabını kadınlara ithaf eden Boccaccio, öykülerinde onları birçok yönden övse de, temelde Ortaçağ zihniyetinin bir tezahürü olarak, kadınları ikinci sınıf insan olarak tabir etmekten de geri durmuyor.

Giovanni Boccaccio

10 Günün Kitabı

1347-51 yılları arasında vuku bulan ve Avrupa nüfusunun üçte birini yok eden Büyük Veba Salgını sırasında yazılmış bu kitap, salgının getirmiş olduğu karamsarlıktan kaçıp, hayattan zevk almaya çalışan 10 gencin, 10 gün boyunca birbirlerine anlattıkları 100 hikâyeyi konu ediniyor. Decameron ise Grekçeden (deka emeria) türetilen ve 10 günün kitabı anlamına gelen bir sözcük.

Hümanizma anlayışının filizlenmeye başladığı bu dönemde, öykülerde de bunun izlerini görüyoruz. Ortaçağ’ın yozlaşmış zihniyetinin yanında, Rönesans döneminde gördüğümüz yenilikçi düşünceler de yer alıyor. Öykülerde din adamlarına ve dini kurumlara ağır eleştiriler getiren Boccaccio, kitabın bir bölümünde, eleştirileri karşısında kendisine yapılan hücumlara cevap vermek zorunda dahi kalıyor.

Yeni bir düşünce akımı olarak, insanın arzularına değinen Boccaccio, öykülerinde cinsel temaya da fazlaca yer ayırmış. Hatta bu sebeple, dilimize yapılan ilk çevirilerde sansür dahi uygulanmış. Aile yaşantısına ve evlilik kurumuna sıkça değinen yazar, öykülerinde dinen yasak olmasına rağmen, birçok eşin birbirini aldattığını ve cinsel arzuların, dini kurallara üstün geldiğini anlatıyor. Bunların dışında aşk/sevda, ahlaki davranışlar, akıl/zeka, dürüstlük, iyilik/kötülük gibi konuların da işlendiğini görüyoruz.


Kısaca, Decameron, Ortaçağ’dan Rönesans’a geçiş sürecini net bir şekilde görebileceğimiz, bu dönemin zihniyetini anlayabileceğimiz bir kitap. En çok hoşuma giden tarafı, okuduğum süre içerisinde Ortaçağ’da yaşamış bir insan gibi hissetmek oldu. Ortaçağ’a ait birtakım sosyal ve bireysel davranışları, yaşayışları gözlemlemek, bugün ile karşılaştırarak, benzerlikler ve farklılıklar bulmak, hakikaten güzel bir deneyimdi. Yazarın, kitabın başında yaptığı Büyük Veba Salgını anlatısı ise, salgının dehşetini yaşayanlardan birisi olması dolayısıyla oldukça ilginçti. Kitabın ilk nesir örneklerinden olması dolayısıyla, edebi açıdan okunmasının önemini belirtmem malumu ilam olacağı için, ayrıca ona girmiyorum.

İtalyanca bilmediğim için Rekin Teksoy’un çeviri kalitesini sorgulayacak bir konumda değilim. Lâkin sıradan bir okuyucu olarak, üslubun çok güzel olduğunu belirtmek isterim. Son olarak, Rekin Teksoy’un Decameron’u ilk kez eksiksiz olarak Türkçeleştirmesi üzerine, İtalya Cumhurbaşkanınca Şövalye sanıyla ödüllendirildiğini belirtmek, çeviri kalitesi hakkında bir fikir oluşturacaktır.

Rekin Teksoy